15 Temmuz 2013 Pazartesi

Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş olduğum bir yer : Kızımla Gezi Parkı...

Ağaçlar kesilmesin diye başlayan, sonrasında çok başkalaşan Gezi direnişi çoğumuz gibi bizi de derinden etkiledi. Hayata bakışımız, duruşumuz değişti. 28 Mayıs'taki insanlar değiliz artık. En azından gaza talcidli sütün iyi geldiğini biliyoruz :)

Kızımın Gezi parkında zaman geçirecek kadar büyümüş olmasını isterdim. Paylaşmayı, sevmeyi, kenetlenmeyi öğrenebilmesi  için. Empati kurmayı, haksızlığa karşı dik durabilmeyi öğrenebilmesi için. Sorunlara akılcı çözümler bulabilmeyi, yaralayıp incitmeyen mizah yapmayı öğrenebilmesi için. Başkalarıyla birlikte mücadele ederken, başkalarını ötekileştirmeden dinlemeyi öğrenebilmesi  için. Sinirlerine hakim olmayı, sınırların dayatılmasına isyan etmeyi öğrenebilmesi için. Gücünün farkına varabilmesi için ve en önemlisi insanın dedikleri gibi kötü değil de iyi bir varlık olduğunu anlayabilmesi için.

Kızım daha 2 yaşında, parkta sadece kaydırakların yerini biliyor, bir de değişik günlerden geçtiğimizi. 30 Mayıs'tan beri değişik zamanlarda parka, Taksim Meydanına, forumlara gittik. Çok kereler kalabalık içinde kaldık. Sloganlar atan kalabalık, şükürle olsun ki hiç gaza maruz kalmadık ama az daha kalıyorduk. Cumartesi akşam polis saldırısından 40 dakika önce parktaydık. Çocuk atölyesi vardı. İçimden ay ne güzel kızım biraz daha büyük olsa da bu çocuklarla burada oynayabilse diye geçirmiştim. Pusetle dolanmak zor geldiği için metro ile eve dönmüştük. O kadar çoluk çocuk, yaşlı varken o müdahaleyi yapanlar, sizi kime havale edeyim?  Adalet er yada geç sağlanacak.

"Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş olduğum bir yerdir." demişti bir yazısında Emek sineması için Yıldırım Türker. Benim Gezi direnişi için duygularıma tercüman olmuş, o parkta yaşananlar benim sevdiklerimi daha çok sevmeme neden oldu. Daha da çok sevmeme neden olacakmış gibi görünüyor. Umarım bu güzellikler kızımın ruhuna da geçer.

Gelelim parkın fiziki haline. Büyükşehir Belediyesi günlerce uğraşarak parkı güya temizledi, düzenledi, kullanıma açtı. Aşağıdaki fotoğraflar 14 Temmuz yani parkın açıldığı günden bir hafta sonra. Oyun parkında korkuluklar kırık, oradan düşen çocuk 2 metreden yere çakılabilir. Çok ciddi yaralanabilir. Tahteravalli yerinden çıkmış, birinin ayağına bacağına düşse hayal bile etmek istemiyorum sonuçlarını. Diğer oyuncakların da muhtelif yerleri kırılmış. Bir hafta içinde nasıl bu hale gelebilir bir oyun parkı? Nasıl bu kadar uyduruk yapılabilir? Nasıl korkuluk monte etmişler? Bir çocuk yaralanırsa sorumlusu kim olacak?  Beyaz masaya bildirdik telefonla. Umarım en kısa sürede tamir edilir.

Kırık kaydırak korkuluğu

Yarısı kırılmış oyuncak motorsiklet

Yan dönmüş tahteravalli oturağı

Ağır tahteravalli somunlarından çıkmış ve yan duruyor

19 Haziran 2013 Çarşamba

Anneliğin karanlık tarafı


Bazen onu o kadar çok seviyorum ki, içimden sanki dışarı uçuşan ılık birşeyler var. İçimdeki kelebekler  ona doğru uçuyorlar. Bu son zamanlarda iyice arttı. Düpedüz sevgi bu. Evet kızımı acayip bir yoğunlukla seviyorum.

Hemen itiraflara geçeyim ne yalan söyleyeyim. Böyle değildi. İlk doğduğunda, ilk ayında, belki ilk yılında bile böyle değildi. Ama şimdi ben kapıdan girince yüzünde güller açan, sarılıp bana, saçlarımı seven küçük kızı gördükçe onu öpmek, öpmek, öpmek istiyorum. 


Bir yerlerde okumuştum : "Bali’de bir inanışa göre seyahat ettiğimiz zaman ruhumuz bedenimize yetişemiyor, arkamızdan kendi vaktinde geliyor." Annelik yolculuğa çok benziyor. Aynı şekilde fiziksel olarak anne olsanız da ruh arkadan kendi vaktinde geliyor. Canı nasıl isterse...

Birini bu kadar sevmek çok korkutucu aslında. "Ya onu kaybedersem" fikri ve "ya onu bu sevgide boğarsam"" fikri.  Her iki fikirde insanı delirtebilir. Çok yakın bir arkadaşım kızına bir şey olacağı fikrini o kadar saplantı yaptı ki psikiyatri tedavisi görüyor.  Çevremizde sevgiden boğulmuş bireyler görüyoruz. Annesinin yoğun sevgisinden ergenliği geçememiş öyle çok erkek var ki mesela çevremde. Onun hakkında verdiğim tüm kararlarla ( ne yiyecek?, en giyecek?, ne okuyacak?, hangi oyuncakla oynayacak? hangi okula gidecek? vs)  o sevgiyle birlikte vereceğim her karar aslında onu sıkıştıracak. En nihayetinde her çocuğun ergenliğinde yaşanan şeyler yaşanacak, benden uzak duracak, beni belki sevmeyecek. Benimle vakit geçirmek yerine arkadaşlarıyla olmayı tercih edecek. Kendini muhakkak hayatının bir anında benim sevgimle, onun için iyiyi bilir hallerimle sarmalanmış, kuşatılmış, boğulmuş hissedecek.

Ama korkunun ecele faydası yok değil mi? Onu daha daha daha çok sevmeye devam edeceğim. Ruhum biraz daha bedenimden ayrı hareket edecek.  Belki fark yaratacak şey karanlık tarafın farkında olmaktır.
Anneliğin karanlık yüzü yoğun sevgiyle gelenler olabilir mi? 



15 Mayıs 2013 Çarşamba

Babalar duygularını ifade etsin

Hep anneler anlatıyor, annelik duyguları konuşuluyor, özellikle blog dünyasında neredeyse her anne bir blog tutuyor. Bence güzel de yapıyor. Her anı değişik bir duygu hissettiren bir süreç bu annelik işi. 2 ay önceki gibi hissetmiyorum. Hele ki 2 yıl önceki gibi hiç. O zaman bu duyguları kaydetmezsem bir yerlere bu duygular üzerine konuşmazsam uçup gidecek herşey. 


Babalar her şeyi daha sakin yaşadıklarından mıdır nedir bu konu da farklılar annelerden. Duygularını yazıya yada blog sayfalarına döken ve bunu sürekli yapan baba ne kadar az. 


Geçen gün http://uzuncorap.com/ da kızını Justin Bieber konserine götürmek zorunda kalan bir babanın yazısını okudum. http://uzuncorap.com/2013/05/06/justin-acik-lise-mezunu-mu/ Çektikleri eziyeti, yaşadığı yabancılaşmayı çok tatlı bir dille anlatmış. Ama en çok sonuna bittim yazının ve ne yalan söyleyeyim ağladım gerçekten. Çünkü benim babam da benim için böyle şeyler hissediyor biliyorum ve kızım için babası da. 


"Konser bittiğinde sahnedeki koca ekranda “believe” yazıyordu.

Kızım ellerini havaya kaldırmış parmaklarıyla kalp işareti yapıyordu. Gözlerim doldu.
“Sen Justin’e değil bana inan güzel kızım” dedim içimden.
“Bana inan, ben o kalbin kırılmasın diye kalbinin altına kendi kalbimi, bedenimi, ruhumu, ömrümü, neyim varsa hepsini koyarım. Yeter ki senin o güzel kalbin kırılmasın. Bana inan."
Birinin bunu yazıya dökmüş olması çok ama çok güzel...
Hangi kız babasına böyle sarılmaz ki? 

18 Mart 2013 Pazartesi

Sağlıklı Çocuk Yetiştirmek Üzerine Temel Sorular 3

İnsan gerçekten anne olunca başka bir hale dönüşebiliyormuş. Sağlıklı çocuk yetiştirme üzerine kafa yordukça  topluma dair yaptığım gözlemler beni umutsuzluğa itiyor. Tüm annelik ekollerini geçtim. Belki hepsinin bir toplamını uyguluyorum kendimce, belki kendi yaratıcılığım ve annemden gördüklerimi harmanlıyorum. Ama bir şekilde bir çocuk yetiştiriyorum, kendimce doğru olan yöntemde. Fakat toplumla uyumunu nasıl kuracağımı bilemiyorum. Bilememem normal belki de. 7 milyara ulaşmış ve dünyadaki kaynakları büyük bir hırsla yok eden bir türün üyesi olarak belki de bu tür soruları hiç sormamalıyım. Zira cevaplarını hiç bilemeyeceğim. Kısaca "Su akar yolunu bulur" deyip, sonraki endişeye geçmeliyim belki de. Annelik eşittir endişe etmek ya..

Bu ülkede minare baz istasyonu diye bir uygulama var
Ama sormadan duramıyorum. Şimdi Türkiye'de yaşayan her birey son derece önemsiz bireyler. Bu nereden çıktı diyeceksiniz? Valla ben iliklerime kadar böyle hissediyorum. Devlet vatandaş ilişkisinde yada her türlü kurumla olan ilişki de yada  bireyler arasındaki her türlü ilişki bunu gözlemleyebiliyorum. Benim hiçbir önemim yok. Önemli olsam, depremde yıkılacak konutlar da oturmam, trafikte saatlerim geçmez, bana hormondan ne olduğu belirsizleşmiş domates pazarlanmaz,  GDO'lu yem yemiş sığırımsı satmazlar, toplu taşıma araçlarında balık istifi gibi yolculuk etmem, evimin üstüne benim itirazıma rağmen baz istasyon kurmazlar, herhangi bir resmi işimde bugün git yarın gel demezler vs. Bu örnekler o kadar çok ki, ben gerçekten önemsizim. Üstelik bu zengin yada fakir olmamla alakalı değil. Bugün Baltalimanı İstanbul'un en pahalı yerlerindendir. Ama orada bile kaldırama park etmiş arabalar yüzünden yoldan yürümek zorunda kalırsınız. Denize sıfır yalı dairesinde bile otursanız, arabadan inip evinize girerken, yoldan son sürat gelen bir otobüs sizi ön camına yapıştırabilir.   Tüm dünyada maalesef sadece önemsizler ve değersizler gecekondu mahallelerinde yada son yıllarda Türkçe'de sık kullanımı ile "varoşlar"da yaşar. O yüzden buralara herhangi bir hizmet hep geç gider. Orada insanların yaşamları sadece trajik bir sonu varsa gazetelere o da 3. sayfalarına düşer. Dev bir varoş olan İstanbul değil aslında tüm Türkiye. Hepimizde bu varoşun içinde yaşıyoruz. Varoş kelimesini aşağılama barındırıyor değil mi? Zenginlerin burun kıvırdığı alt sosyo-ekonomik düzeyden insanların yaşadığı yerler...

Sağlıklı çocuk yetiştirmek üzerine sorduğum sorulara geri dönüyorum. Türkiye varoşunda doğup büyümüş bebeğime sürekli sen önemlisin, sen akıllısın, sen özelsin derken aslında çok büyük bir hata yapmış olmuyor muyum? Herhangi bir kurumla ilişkisinde kendini sürekli önemsiz hissedecek bir bireye bu tür bir alt yükleme yanlış değil mi?



26 Şubat 2013 Salı

Sağlıklı Çocuk yetiştirmek üzerine temel sorular 2

Bir önceki yazımda kafamdaki soruların bazılarını yazmıştım. Sağlıklı tanımı ve kültür karışık bir tablo çiziyor. Peki buradan yola çıkarak devam ediyorum. Yaşadığımız ülkenin kültürü nasıl bir kültür? Bu kültüre uygun sağlıklı çocuk nasıl yetiştirilir?

Yüksek sesle konuşur gibi yazıyorum. Ülkemizde Anadolu kültürü diye bahsedilen kültürün en temel özelliği sanırım misafirperverlik. Bunun dışında iyilik, hoşgörü, büyüğe saygı, küçüğe sevgi gibi turistik başka kalıplarda dilimin ucuna geliyor. Ama günlük yaşantıma baktığımda aksine korkunç bir hoşgörüsüzlük, kabalık, sevgisizlik, hiç kimseye kendine bile değer vermeme görüyorum. Gazetelere baktığımda ise daha da korkunç bir şiddet ve kendinden güçsüz bulduğun herkesi ezme, yok etme, linç etme... Bunlar bir toplumun kültürü sayılabilir mi?
Hemen gene wikipedia'ya soruyorum. Kültür nedir? (http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BClt%C3%BCr)


"Kültür farklı anlamları olan bir terimdir.
İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise, kültür (ekin, eski dilde hars) kavramının tanımı şu şekildedir:
“Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü."

Yukarıdaki tanıma bakarak yaşadığım ülkenin kültürünü günlük hayatımda edindiğim tecrübelerle tanımlayacak olursam tek kelimelik bir tanım buluyorum: hoşgörüsüzlük

Sağlıklı Çocuk yetiştirmek üzerine sorduğum sorulara geri dönüyorum. O zaman bu kültür içinde sağlıklı ve mutlu olabilmesi için çocuğumu aynı şekilde tahammülsüz ve hoşgörüsüz mü yetiştirmeliyim?

Ne sarsıcı bir soru oldu bunu nasıl cevaplarım ki? Montessori, Waldorf, biri bana cevabı bulmamda yardımcı olabilir mi?



21 Şubat 2013 Perşembe

Sağlıklı çocuk yetiştirmek üzerine temel sorular

Ben de her anne gibi, sağlıklı, kendiyle barışık, dengeli bir çocuk yetiştirmek istiyorum. Bunun için okuyorum, bolca kitap yada internette çeşitli makaleler, tecrübe paylaşımları, uzman görüşleri vs. Bu hafta okuduğum iki yazı beni başka şeyler düşünmeye itti.

1.http://annelikilhami.blogspot.com/2013/02/0-3-yas-montessori-uygulamalar-semineri.html

Montessori uygulamaları üzerine bir seminere giden bir annenin notları

2.http://uzuncorap.com/2013/02/15/nisanyan-dawkins-ve-budizm/

Metin Solmaz 'dan bir değerlendirme

İlk yazıda yazıyı yazan anne eğitim sırasında kendi kendine eğitimde anlatılan uygulamaların hangilerini Montessori'den habersizken yapıp yapmadığını soruyor. Örneğin 0-6 ay arasında bebeğin etrafında aynalar olmalı diyen uygulamayı yapıp yapmadığını sorguluyor.

Montessori çok mantıklı uygulamalar öneriyor. 

İkinci yazıda ise Metin Solmaz dinlerden vs bahsederken Hindistan'da bir kasttan bahsediyor.  Cainistler diye canlı sevgisini pek önemseyen bir kastmış bu. Metin Solmaz'in aktardığına göre cainistler:


 "Geceleri bir ellerinde süpürge bir ellerinde fenerle gezerler. Bir taşa oturmaları gerekirse taşa fenerle bakıp süpürgeyle börtü böceği temizlerler. Ağızlarına bir bez parçası maskelediklerinden tanımak da kolaydır. Bu bez parçası nefes alıp verirken istemeden mahlukat yutmamak içindir."


Bu iki yazıyı kafamda birleştirince birşey fark ettim. Sağlıklı çocuk nedir? Hasta olmayan çocuk değil mi? Peki hastalık nedir ? Wikipedia'ya göre (http://tr.wikipedia.org/wiki/Hastal%C4%B1k) 


"Hastalık veya rahatsızlıkbeden veya zihinde meydana gelen, rahatsızlık, dert ve görev bozukluğuna yol açan belirli bir anormal duruma verilen isimdir. "


Bu anormallık kısmına takıldım. Kime göre ve neye göre anormal. Kültüre dayalı bir tanım değil mi? Örneğin bazılarımıza göre Cainistler anormal kabul edilebilir? Aramıza bir tanesi gelse takıntılı ve hasta olarak görülmez mi? Ağızlarında maske, ellerinde fener ve süpürge. Muhakkak bazıları böyle düşünecektir. Aynı düşünce biz Hindistan'a gittiğimizde bizim için de geçerli olabilir. Normalı ağızda maske ile dolaşmaksa biz dolaşmayanlar hastalıklı kabul edilir mi?  Peki Cainist bir bebek montessori yada waldorf ekolune göre yetiştirilebilir mi? Okuduğum kadarıyla muhakkak yetiştirilir, yetişen çocuğa gene de sağlıklı der miyiz? Ya da şöyle sorayım Cainist bebeği bu yöntemlerle yetiştirdik, kendi aklı ve tecrübesi ile maske ile gezmenin doğru olmadığını tecrübe etti ve  karar verdi. Bu durumda Cainist birey kendi kastında mutlu, dengeli bir yaşam sürebilecek mi?


Daha çok sorum var. Devam edeceğim...



Bir Cainist Rahip



18 Şubat 2013 Pazartesi

Bir bebek Aşcısı Haline Gelmek için Kanıtlamış 10 İpucu


1.      Tuzsuz : Tüm doktorlar tuzun böbreklere fazla yük bindirdiği konusunda hem fikirler. 2 yaşına kadar ne kadar az tuzlu yerse o kadar iyi. Çevrenizin  yapacağı “o tatsız tuzsuz çorbayı içer mi?” baskılarını lütfen kulak arkası edin, o zaten tuzun ne olduğunu bilmiyor, bilmediği bir şeyin eksikliğini hissetmeyecektir.


2.      Şekersiz : Erken yaşta şekerle tanışmak gelecekte diyabet ve obezite riskini artıyor. Dişleri erkenden çürütüyor. Gene doktorlar 2 yaşına kadar şeker yok diyor. Çocuklar şekerli gıdaları ne kadar geç tadarlarsa ileriki yaşlarda şekerin getirebileceği sağlık problemleriyle de o kadar geç tanışırlar.  Ayrıca uzmanlar 3 yaşından sonra da şekerli gıdalardan çocukları olabildiğince uzak tutmak ve çok zorlanılan durumlarda ise mutlaka bir sınır koymak gerektiğini söylüyorlar. Şekerli gıdalar yerine meyve şekerine yönelip  pekmez ve meyve kurusu verilebilir. Keklerde kuru meyveler veya pekmez kullanılabilir.  Hurmayı haşlayıp suyunu ve posasını kullanabilirsiniz. Hurma besin değeri açısından da çok zengindir.


3.      Baharatlar : Yemekleri tatlandırmak için baharatlar kullanabilirsiniz. Taze olduktan sonra her tür baharat verilebilir  ama katı gıdalara geçiş gibi baharat bir anda bol bol kullanılmamalı, mutfak alışkanlıklarınıza göre siz ne tüketiyorsanız bebeğinize de yedirmekte  bir sakınca yok. Hatta kimyon gaza çok iyi gelir, nane mideyi rahatlatır, kekiğin antioksidan etkisi fazladır, karabiber  iştah açıcıdır. Çok acı vermekten kaçınmak lazım. Malum popoda kötü pişiklere sebep olabilir.


4.      Taze : Taze gıda tüketmek çok önemli. 1 gün bile beklese yemeklerde üreyebilecek bakteriler, bebeğinizin vücut hacmi düşünüldüğünde onu kolayca hasta edebilir. Kendini çocukluğunuzdan hatırlarsınız,  hasta eden bir besin asla unutulmaz ve sevilmez


Mengenli mi acaba?
Bebek aşçısı derken çok tatlı bir  aşçı bebek çıktı. Orjinali:  http://www.yarismaca.com/isim/melda/foto/asci-bebek



5.      Katkısız ve İşlenmemiş: Uzun uzun yazmayacağım, artık herkes gıdalardaki katkı maddelerinin neler yaptığını biliyor. Katkısız ve işlenmemiş gıdalara yönelmek lazım.  Mümkünse kendiniz yapın, evde yapılan bebe bisküvisi, keki yada yoğurt tarifleri internette bolca bulunabilir. Tatlarının daha güzel olduğuna adım gibi eminim, tap tazecik evde yapılmış, kokusu eve sinmiş bir kek dışarıda satılan kekten her zaman daha lezzetlidir. 


6.      Mevsiminde yetişen ürünler: Kışın yetişen süngerimsi domates ile yazın yetişen domatesin tadı aynı olabilir mi? Bebeğiniz mevsiminde yetişen sebze ve meyvenin tadıyla büyüsün. Emin olun mevsiminde yetişen meyve ve sebze yeme alışkanlığı büyüdüğünde de çok işine yarayacak.


7.      Tek tek: Gıdaların tatları birbirine karışmasın.Tatlı, tuzlu ve yumurtanın birbirine karıştığı bulamaç halindeki bir kahvaltı yerine herşeyin tadını ayrı ayrı alabileceği bir kahvaltı çok daha iyidir. Bu gelecekteki yeme alışkanlıklarını da etkileyecektir.


8.      Alerjiye dikkat: Bebeklerde ve çocuklarda bulması en zor şeylerden biri besin alerjisi. Umarım kimsenin başına gelmez. Ama genel alerjik besinlerden (bal, yumurta akı, kivi, çilek gibi) 1 yaştan önce kesinlikle uzak durmak gerekir. Dediğim gibi hasta eden bir besin asla unutulmaz ve sevilmez



9.      Pütürük miktarında artış : Püre haline getirilmiş gıdalar yeme zevkini de zamanla öldürür. Oysa parmaklarla yenen makarna eğlencelidir, iştah artırıcıdır. El koordinasyonunu geliştirir.


10.   Eğlence :  Birlikte yemek yapın, yemek yerken ailecek sofraya oturun, muhabbetle, oyunla karışık bol bol eğlenmeye bakın…

24 Ocak 2013 Perşembe

Gezmenin dayanılmaz Hafifliği

Çok gezginim. Duramam evde üst üste 2 gün. İlla dışarıda olacağım, illa insanlarla etkişelim içinde olacağım. Bu etkileşim kelimesi de sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle pek kullanılır oldu. Güzel bir kelime, iletişim ve etkilenme ikisi birde tek kelimede. Kelimeyi türeten arkadaşa buradan sevgiler...

Neyse ne diyordum? Gezginim ben duramam diyordum. Anne olduktan sonra hiç birşey değişmedi. Hala duramıyorum kızım 2 yaşına basmadan herhalde en az 20 tane uçak yolculuğu yapmıştır. Hatta ilk uçak yolculuğunun biniş kartını saklıyorum. Doğumdan tam 41 gün sonra. Kırkı çıksın mahalle baskısına boyun eğdim anlayacağınız. Gezmeyi bu kadar seven bir annenin en büyük yardımcısı sağlam bir pusettir bence. Gerisi detay sadece. Biz oldukça da çok para vererek bugaboo bee almıştık. İyiki de almışız. Geçenlerde internette gezinirken şahane bir site gördüm. http://enhafifi.com/ Oldukça amatör bir site ama yaklaşımını pek beğendim. Çeşitli bel, boyun fıtığı gibi çeşitli hastalıklardan mustarip biri, üşenmemiş kendisi için tercih ettiği en hafif malzemeleri yazmış. Benim de benzer sorunlarım var. Bu yüzden sevdim anlattıklarını. Çok detaylıca neyi neden tercih ettiğini anlatıyor ve güzel tavsiyeler veriyor. Bir yorumumdan yola çıkarak biraz sohbet ettik. Facebook sayfası da pek eğlenceli (http://www.facebook.com/Enhafificom) Sonuç olarak puset seçimi konusunda kafası karışmış anne adayları yada annelere bence şahane tavsiyeler veriyor. Onun seçimi de bugaboo bee olmuş. Böyle yazılar görünce insanın içi ferahlıyor. O kadar para harcadım ama seçimim doğruymuş diye :)

Bebek büyütmek şimdilik  biraz para biriktirmemizi sağladı.  Gece 9:30'da uyuyan bir bebek olunca evde insan ister istemez pek bir aktivite yapamıyor. Alışveriş pazardan taze taze yapılıyor, evde hep sulu güzel bir yemek oluyor. Bebek kıyafetleri zaten bir arkadaşımın bir yaş büyük bebeğinden geliyor. Geriye sadece bez işi kalıyor. O da aslında karşılanamayacak büyük bir rakam değil. Şimdi yeni gezi planları yapıyorum. 2013 yazı için. Heyecan bastı gene. Bebekleri ile uzak yerlere gitmeye cesaret edenlere bayılıyorum. Uzuncorap.com'dan takip ettiğim bir aile var. Onlar Sri Lanka'ya gitmişler.  http://uzuncorap.com/2013/01/22/ilyas_colomboda/ Biz o kadar uzağa gitmeye cesaret edemeyiz sanırım. Daha yakınlarda bir yer bakıyorum.

İçim kıpır kıpır galiba gezmenin dayanılmaz hafifliğinden...
3 çocuğu ile gezen bir iale
Bu kadar geniş bir aile olmasak da  bir gün kızımla böyle bir yolculuğa çıkmak isterim



8 Ocak 2013 Salı

Seçmek yada seçmemek işte bütün mesele bu

Geçen gün bir makale okudum. Diyordu ki " Deney yapmışlar ve görmüşler ki aslında başımıza ne geleceğini bilmediğimizde ya da emin olamadığımızda huzursuz oluyoruz" yani başımıza kötü bir şey geleceğine eminsek huzursuzluğumuz ortadan kalkıyor ve hemen yeni duruma alışıyoruz. Beklentilerimizi düşürüyoruz, yeni koşullara kolayca uyum sağlıyoruz. 

Beynimiz öyle kodlanmış ki her durumda mutlu olmanın bir yolunu buluyor. Diğer örnekler daha da ilginç. 

  1. Örneğin bir grup insana belirli bir hastalığa karşı genetik yatkınlık testi yapmışlar. Sonucu öğrenemeyenler , test sonucu kötü çıkanlara göre daha mutsuz çıkmışlar., KPSS'yı kazanamadığını öğrenmek, acaba kazandım mı  yoksa kazanamadım mı sorgulamasından daha mutluluk verici ve rahatlatıcı anlaşılan.
  2. Piyangoda büyük ikramiye kazanmış bir adam ve bir diğeri felç hastası. Bir yıl sonra bu iki kişinin mutluluk değerleri eşit çıkıyor. Kendini kandırma gibi değil, gerçekten mutlu olmuşlar. Çünkü alışıyorlar.
  3. Deneklerden iki tablodan birini seçmeleri ve eve götürmeleri bekleniyor. 15 gün sonra geri getiriyorlar ve konuşmalardan ortaya çıkıyor ki sahip olduğunan daha çok, sahip olunmayan ı daha az sevilmeye başlanmış. Beyin seçtiğini daha çok seviyor. Bu durumda elde ettiğini sev meğer en akıllıca bir tavsiyeymiş :)
  4. Başka bir deneyde öğrencilere iki fotoğraftan birini seçmelerini istemişler. Birinci gruba, istediğiniz an kararınızı değiştirebilirsiniz demişler. Diğer gruba kesin karar verin, öteki resmi bir daha bulamazsınız demişler. Bir süre sonra, birinci grubun huzursuzlaştığı ve akıllarının diğer resimde kaldığı, oysa ikinci grubun ellerindeki resmi çok daha fazla sevdiği ortaya çıkmış. Sonuç: Fazla seçenek mutsuz eder:)

Gözüken o ki beynimizin çalışma prensibini, mutluluğun anahtarını bulmuş çoktan. Seçilen zaten bir şekilde zamanla seviliyor. Biz seçmek için o kadar garip davranışı sergilerken hem de...

Seçmek için çaba sarf ettiren muzlar
Seçmek mi? Kararsızlıktan hangi muzu seçeceğimi bilemiyorum...

2 Ocak 2013 Çarşamba

Anne Olduğunuz Zaman hep sorduğunuz soru : Ben iyi bir anne miyim?



“Annelik daimi iç sızısı” deniyor ya sürekli. Bir endişe hali hiç bitip tükenmeyen. Bilimsel çalışmalarda da endişe duymamızı sağlayan beyindeki bölüm annelerde hep aktif görünüyor. Evrimsel olarak sadece endişeli annelerin çocukları hayatta kalmış anlaşılan. Ama bazen ağır geliyor gerçekten en ufak bir şeyde bile önce endişe ediyor sonra kendimizi suçluyor, eksik buluyoruz. Babalar hiç böyle bir şey düşünmüyor. Gece yoğurt mayalamayı unutup sabaha kadar “yavrum ne yiyecek yarın” diye uyuyamayan anneler var da acaba eve geç gelirsem çocuğum beni arar mı diye soran baba neden bu kadar az? Soran varsa bile babalar yine de gidiyor, eğleniyor, geziyor, tozuyor, hobilerine gerekli zamanı ayırıyor. Çok büyük gelişimsel bir sorun yoksa çocuğun yapamadığı, o an başarısız olduğu, bir sonraki aşamaya geçemediği herhangi bir gelişimsel durumunda genelde babalar kendini suçlu bulmuyor. Oysa anneler öyle mi? Sürekli kendimizi suçluyor, eksik buluyoruz. Sürekli aynı soruyu soruyoruz: “Ben iyi bir anne miyim?”

ağaçkakan gibi kendini gagalayan bir anneyim ben
Babalar kesinlikle daha rahatlar. Çocuğun nasılsa bir süre sonra o hali atlatacağını biliyorlar gibiler. Kızım 18 aylıkken yürüdü. Bu kadar geç yürümesinin sebebi hep benmişim gibi geldi. Acaba onu zorladım mı? Düştüğünde çok mu tepki gösterdim? diye kendimi yedim durdum. Durmadım “neden olmadı?” , “ne zaman olacak?”, “ben mi böyle yaptım?” diye diye kendimi yemeye devam ettim.  Oysa eşim çok daha mantıklı davranarak “eninde sonunda yürür, birkaç yıl içinde hangi ayda yürüdüğünün hiç önemi kalmayacak” diyordu. Annelik güdüsel bir şey falan deniyor ya, görünen o ki  babalar daha güdüsel yaklaşıyorlar. Nasılsa olacak diyebiliyorlar. Bu her başlıkta böyle çocuğum iştahsız diye internette günler geçiren anneler. Babalara göre ise “acıkınca yer”.  Ben kızıma yemek yedirirken bir kaşık daha yedirmek için içimi korkunç bir hırs kaplıyor.  O kaşığı yedirmek o kadar önemli oluyor ki, sanki yemezse hayatta büyümeyecek gibi öyle bir duygu kaplıyor ki içimi bu aslında anneliğin karanlık tarafı. Babası ise gerçekten tek kelime ile “acıkınca yer”den başka bir şey hissetmiyor…

Bu ben iyi bir anne miyim endişesi ile anneliğin karanlık tarafı bazen öyle birbirine giriyor ki …Bir anne mutlaka çocuğu ne isterse yapmalı, ne zaman isterse yanında olmalı, mümkünse işe gitmemeli, her ihtiyacını karşılayan tek kişi olmalı. Bu amaç için anne kendi doğru bildiklerini zorla da olsa uygulamalı.  Uykusu olmayan çocuğu düzeni, bozulmasın diye uyutmalı, tok bir bebeğin ağzına zorla püre tıkıştırmalı. Size muhtaç ve aşkla bağlı küçük bir insan ve onu mutlu edecek (yada mutlu ettiğini düşündüğünüz) her şey sizin elinizde… Müthiş bir ego tatmini.. Peki ama o zaman neden içimde bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğuna dair bir his var? Hiçbirşey eskisi gibi olmayacak biliyorum, çocuksuz hayatımdaki gibi hiçbirşey olmayacak, değişecek, dönüşeceğim… Ama ben… Peki ya ben? Peki ya çocuğum? Onun istekleri arzuları, karakteri yok mu? O son lokmayı tükürme hakkı? Ya da uykusuz bir gün geçirme özgürlüğü?

İşte itiraf ediyorum, ben herşeyi bilemem, onun ne istediğini, nelerden mutlu olduğunu sadece tahmin edebilirim. Çocuğum yerine karar veremem, karar veremediğim gibi onun verdiği kararlardan da sürekli kendimi sorumlu, suçlu hissedemem. Geç yürümek istiyorsa, ortamda çekingenlik yapıyorsa, konuşmaktan imtina ediyorsa, daha güvenli takılmak istiyorsa bu onun seçimi değil mi? Başkasının seçiminden ben sorumlu olamam değil mi? Ah bir de beynimdeki şu endişe bölümüne ses geçirebilsem?